Uluslararası ilişkilerde temel kriz: Irkçılık

Dünya çapında yaşanan ırkçı saldırılar ve bu saldırılara karşı giderek artan halk ayaklanmaları, vatandaşları ve hükümetleri sistemik ırkçılığın tarihsel mirası ve yarattığı eşitsizliklerle yüzleşmeye zorladı. Peki, Batı merkezli uluslararası ilişkiler öğretileriyle bugün yaşananları yorumlamak ne kadar doğru?

Irk ve sömürgeciliğin dünya meselelerindeki merkezi rolünü göz ardı etmek, modern devlet sisteminin doğru bir şekilde anlaşılmasını engeller.

Irk meseleleri genellikle iç meseleler olarak, yani kimlik sorunları ya da tabakalaşma (bir ülke içindeki fırsatların ve kaynakların farklı dağılımı) olarak ele alınır. Bu kategorilerin her ikisi de büyük öneme sahip olmakla birlikte genellikle ırk ve ırk farklılıklarının oluşturduğu uluslararası süreçler göz ardı edilir.

Çağdaş siyasete çoğunlukla yaygın, ancak hatalı anlaşılan ulus-devlet merceğinden bakılıyor. Modern devlet sisteminin tarihi, sıklıkla öğretildiği gibi 18. yüzyılın sonlarında Amerikan ve Fransız Devrimlerinin etkisine odaklanır. Aslında bu dönem tam olarak, bazı Avrupa devletlerinin dünyanın diğer bölgelerinde ırksal terimlerle temsil edilmeye başlanan nüfuslar üzerindeki egemenliklerini pekiştirdiği sömürgeci genişleme ve yerleşme dönemidir.

Modern devletler, ulusal olduğu kadar emperyaldir. İmparatorluk yapılarındaki ırkçı hiyerarşi, ulus-devletlerde daha geniş bir yönetim biçimini tanımlayarak vatandaşlar arasındaki eşitsizlikleri inşa etmeye devam etti.

Bu duruma örnek olarak İngiltere, 1948'de vatandaşlık yasası çıkarırken kendi imparatorluk yönetiminin üyeleri arasında ayrım yapmadı ve Birleşik Krallık'ta ve kolonilerinde bulunanlar için ortak vatandaşlık oluşturdu. Ancak imparatorluk geriledikçe, vatandaşlık hakkı ırksal sınırlara çekilmeye başladı. Sonrasında ise sözde düşmanca çevre politikaları kapsamında, Milletler Topluluğu'ndan yasal olarak Birleşik Krallık'a taşınmış “beyaz olmayan” kişilerin vatandaşlık haklarını göstermeleri istendi ve aksi durumda sınır dışı edildiler.

Irk, ulus devletlere sonradan dahil olan bir faktör değil. Ulus devletler, emperyal siyasetin bir uzantısı olarak ortaya çıktıkları andan itibaren ırk temelli politikalar üretti ve bugüne kadar ırksal hiyerarşileri yeniden üretmeye devam etti.

MODERN DEMOKRASİYİ LİBERALİZM YARATMADI

Avrupalı filozofların ve ülke liderlerinin söylemlerine rağmen demokratik yönetim, sömürgeci öznelerin hegemonyasına maruz kalan, ırkçılık ve diğer ayrımcılık biçimlerinin mağdur ettiği grupların aktivizmi ile ortaya çıktı.

George Floyd'un öldürülmesi ve bunun yol açtığı değişim hareketi, demokrasinin sağlanmasında tarihi bir ana işaret. Liberal demokrasilerde önemli bir kurum olan polis güçleri, Amerikan tarihinin büyük bölümünde uygulamalarının merkezinde yer alan ırksal düşmanlığı terk etmesi için reforma zorlanıyor. Polis ırkçılığına karşı hareket küresel hale geldi. Böylelikle, Almanya’dan Fransa'ya, Endonezya’dan Brezilya'ya kadar, demokratik toplumun inşasında sivil sorumluluğun etkisi gösteriliyor.

Uluslararası sistemi, var olan herhangi bir demokratik yönetimi benimsemeye itenler, küresel alt sınıflar ve tarihsel olarak marjinalleştirilmiş halklardır. Sayısız kurtuluş savaşı, sömürge ve ırkçılık karşıtı mücadeleler, demokrasilerin üzerine inşa edildiği temeller olan siyasi bağımsızlığı ve ulusal egemenliği üretti.

ULUSLARARASI İLİŞKİLERİN BİLİNMEYEN DOĞUŞU

Yaygın olarak kabul edilen hikâyede, Birinci Dünya Savaşı sonrası yıkımdan yorulan dünya, savaş sorununu halletmek için bilimsel bir disipline ihtiyaç duyar ve uluslararası ilişkiler bu şekilde doğar. Ancak bu hikâye tam olarak doğru değil.

Uluslararası ilişkilerin doğuşunda eşit derecede önemli olan bir başka savaş daha var: 1899-1902'de Boer Savaşı olarak da bilinen Güney Afrika Savaşı. 1910'da savaşan dört proto-devletten ve Britanya İmparatorluğu'nun bileşenlerinden oluşan ırkçı bir devlet olan Güney Afrika Birliği, savaş kurumunun nasıl evcilleştirilebileceğinin modeli oldu.

Uluslararası ilişkiler alanında birkaç kürsü, enstitü ve derginin oluşturulmasından sorumlu en önemli ağ olan Yuvarlak Masa, savaş sırasında ve sonrasında Güney Afrika'nın yüksek komiseri olan İngiliz sömürge yöneticisinin adını taşıyan ve o zamanlar "Milner's Kindergarten" olarak bilinen Güney Afrika'daki çekirdek üyelerinin erken çalışmalarından yararlandı. Yuvarlak Masa'nın ilk olarak Güney Afrika'da geliştirilen ırkçı fikirleri, daha sonra İngiliz Milletler Topluluğu ve sözde Dünya Devleti'nin savaşlar arası fikirleri için şablon görevi gördü.

Bu alternatif doğuş öyküsü, ırk hakkında düşünme ve Uluslararası İlişkiler’in oluşturulmasıyla ilgili iki önemli sorunu gündeme getiriyor. Birincisi, dünyanın ırksal yapılarını analiz etmek için akademisyenlerin bakış açıları Amerika Birleşik Devletleri ve İngiltere'nin ötesine geçmeli. Irkı ve Uluslararası İlişkiler’in rolünü yalnızca Amerikan veya İngiliz perspektifinden anlamak, dünyanın geri kalanındaki insanları dışlar. İkincisi, ırk hemen her zaman diğer kategorilerle (kast, sınıf, medeniyet vb.) birlikte çalışır. Uluslararası İlişkiler için zorluk, yalnızca tek bir ana kavramla veya dünyanın bir köşesiyle sınırlı olmayan yeni bir dil bulmaktır.

"AFRİKA YÜKSELİYOR" SÖYLEMİ NE KADAR DOĞRU?

Tarihe bakıldığında, Batılı olmayan siyasi aktörlerin ve toplumların küresel meseleleri şekillendirmede oynadıkları rollerin silindiği görülür. Bu durumun en net örneklerinden biri olan Afrika ele alındığında, sıkça kullanılan "Afrika yükseliyor" söyleminin de sorgulanması gerekiyor.

Afrika'nın her iki dünya savaşındaki rolü, Çin ile Afrika arasında sömürgecilikten önce yüzyıllardır süren ekonomik ve diplomatik alışverişler, kıtanın aslında dünya meselelerinde uzun süredir devam eden etkisini gösteriyor.

Uluslararası ilişkilerde yaygın olan devlet merkezli yaklaşımlar, ülkelerin kapasitelerine, başarısızlıklarına ve Afrikalılara, yalnızca küresel bir satranç tahtasındaki piyonlar gibi odaklanır. Bu da stratejilerinin, etkileşimlerinin ve direnişlerinin uluslararası sistemdeki güç akışını nasıl şekillendirdiğini yok sayar.

Bugün, ABD, Çin ve Rusya gibi ülkelerin pazar payı, kaynaklar ve kıtadaki etki için rekabet ettiği sözde "Afrika için mücadele" hakkındaki herhangi bir analiz, bu kapsamda ele alındığında yetersiz olacaktır. Afrika'nın uluslararası ilişkiler ve dünya meseleleriyle ilgili gelecekte oynayacağı rolü doğru bir şekilde anlamak için, Afrika’ya ait arşivin doğru değerlendirilmesi gerekiyor.

YARDIM MI SÖMÜRÜ MÜ?

Dünyadaki pek çok olay yüzeysel ve taraflı bir şekilde aktarılır. Bu durumda en büyük etken ülke politikaları ve uluslararası çıkarlar olarak görülür. Bir olayın derinine inmek ve gerçekten ne olduğunu öğrenmek nispeten daha zordur. Çünkü küresel güçler enformasyon araçlarını kendi istedikleri doğrultuda oldukça iyi kullanır.

Öte yandan, tarihe bakıldığında Batı’nın, sömürgeleştirilmiş dünyanın refahını arttırdığına dair hiçbir kanıt yoktur. Bu noktada ise yardım kavramı gerçekte yaşananların üstünü örter. Yardım kavramının kendisi beyaz üstünlüğü temelli ideolojilerin üzerine inşa edilmiş sömürgeci ve ırkçı bir yaklaşım.

Belçika Kralı tarihte ilk kez -resmi bağımsızlıktan 60 yıl sonra- Kongo'daki sömürge döneminde gerçekleştirilen sayısız acımasız eylemden duyduğu üzüntüyü dile getirdi. Bu durum geçmişte yaşananların kabulünden daha fazlasını işaret eder. Yardım yerine onarım ve hatta tazminatlar hakkında yapılacak konuşmaların başlangıcı olabilir.

Bilimsel insanlarının ve bu alanda çalışanların sorumluluğu ise ırksal kapitalizm üzerine inşa edilmiş mevcut uluslararası sistemi incelemek, sorgulamak ve alternatif üretmektir.

FİKRİ IRKÇILIK OLARAK AVRUPA MERKEZCİLİK

Avrupa merkezli tarih anlayışında, Batı kökenli olmayan dünya hakkında alternatif düşünme biçimlerine karşı hem cahilce hem de küçümseyici yaklaşılır. Batı dışından gelen fikirler, uluslararası ilişkiler alanında daha aşağı kabul edilir ve coğrafi kökenleri nedeniyle değersiz görülür. Çünkü bu görüşler, Batı merkezli teoriler tarafından meşru kabul edilen dilde ifade edilmemiştir.

Örneğin Batılı bilim adamları, Afrika devletlerini Avrupa devlet olma teorileri tarafından geliştirilen kriterlere göre değerlendirir ve alternatif Afrika anlayışlarını dikkate almak yerine, ilgili verileri sağlamak için kendi yerel bilim adamlarına güvenir.

Sonuçta ise uluslararası ilişkiler teorilerinin çoğu, dünyadaki azınlık tarafından yazılmaya devam eder. Tüm değerli fikirlerin Batı'da ortaya çıktığı varsayımı sadece dışlayıcı değil aynı zamanda da yanlıştır.

BATININ SAVUNMA DÖNEMİ

Siyaset bilimci Ali Mazrui'ye göre, küresel kültürel karşılaşmaların ilk aşaması Amerika'da soykırıma ve Atlantik ötesi köle ticaretine yol açtı. Bu Batı'nın yükseliş dönemiydi. İkinci aşama ise dünyanın yakın zamanda içinden geçtiği sömürgecilik ve emperyalizm dönemiydi. Bu da Batı'nın zafer dönemiydi. Her iki aşama da ırksal felaketlerle sonuçlandı.

Bugün dünyanın tanık oldukları, kültürel karşılaşmaların üçüncü aşaması olabilir. Batı kültürünün evrensel geçerliliği iddiasına kültürel görecelik açısından (Batı'daki bir toplumda geçerli olan başka bir toplumda geçerli değildi); tarihsel görecelik açısında (20. yüzyılın başında Batı'da geçerli olan, 21. yüzyılın başında Batı'da geçerli değildi); ve ampirik görecelik açısından (Batı genellikle kendi standartlarına göre yaşayamadı ve bazen bu standartlar diğer toplumlar tarafından daha iyi karşılandı) meydan okunuyor.

Nitekim, biri patron olurken (hegemonyalaşma) diğer herkesin benzer gösterildiği (homojenizasyon) sürecin reddedilmesi devam ediyor. Bu Batı'nın savunmadaki dönemi.

COVID-19 ortaya çıktı ve küresel olarak yayıldı. Koronavirüs salgınına karşı birçok Batı toplumunda belirgin standartlar sağlanamazken, bu standartlar Batılı olmayan birkaç toplum tarafından daha iyi sağlandı. 

Dünya daha yakın bir zamanda, ABD'de polis tarafından zalimce öldürülen siyah Amerikalı George Floyd için adalet talep eden protestoların küresel olarak yayılmasına da tanık oldu. Farklı ülkelerde protesto edenlerin çoğu, belirli konular hakkında çok fazla şey bilmiyor ve İngilizce bile konuşmuyor olabilir. Ancak hepsi yaşananları biliyordu ve protesto etmek için harekete geçti.

COVID-19 salgını ve polis vahşetine karşı küresel protestolar ilk olarak, insanlığa yönelik meydan okumaların devletin bölgeselliğini ve ırkın dar görüşlülüğünü aştığını, ikinci olarak ise taban seviyesinde ulus ötesi, siyasi hassasiyetlerin yakınsamasının ortaya çıkabileceğini gösteriyor. Dünyanın dört bir yanındaki pek çok kişi, ırkçılığın ahlaki hastalığı ile dünyayı kasıp kavuran fiziksel hastalık kadar şiddetli bir şekilde yüzleşiyor.