Geçmişten bugüne Türkiye-Afrika

Türkiye-Afrika ilişkileri yüzyıllar öncesine dayanmaktadır. Öyle ki Osmanlı Devleti'nin sınırları içinde yer alan Afrika'da önemli bir yer edinmiştir.  2010 yılında kabul edilen “Afrika Strateji Belgesi”nin uygulanmaya başlamasıyla “Türkiye-Afrika Ortaklığı” tanınmıştır.

Türkiye - Afrika ilişkileri yüzyıllar öncesine dayanan uzun bir süreci kapsamaktadır. Osmanlı Devleti hakimiyetinden başlayan bu uzun süreci incelerken, dört döneme ayırmak faydalı olacaktır.

İlk dönem, 15. ve 19. yüzyıllar arasını kapsayan ve Osmanlı Devleti’nin üç kıtaya uzanan sınırları içinde Afrika da önemli bir yere sahip olduğu süreçtir. Osmanlı, 1517 yılında Mısır’ı hakimiyeti altına alarak, Hint Okyanusu, Kızıldeniz ve Akdeniz üzerinde Avrupalılarla bir güç mücadelesi içerisine girmiştir. Trablusgarp 1551 yılında Osmanlı hâkimiyetine geçmiş; Kızıldeniz, Habeşistan sahilleri ve Batı Hint Okyanusundaki adalarda Portekiz’in üstünlüğüne son verilmiştir. 16. yüzyılda Seydi Ali Reis komutasındaki Osmanlı donanması, Zanzibar adasını Batılı sömürgecilere karşı savunmuştur. Cezayir, Tunus, Trablusgarp, Mısır ve Habeşistan uzun yıllar Osmanlı Devleti’nin görevlendirdiği yöneticiler tarafından idare edilmiştir.

Osmanlı, 19. yüzyılda da bugünkü Sudan, Güney Sudan, Darfur, Kuzey Çad, Nijer ve Uganda’yla ilişkiler kurmuştur. Osmanlı’nın, Trablusgarp ve Afrika Boynuzu’ndaki bölgeler dışında Afrika Kıtası ile ilişkileri 20. yüzyılın başında bozulmaya başlamıştır.1861 yılından itibaren Osmanlı İmparatorluğu Güney Afrika’da diplomatik temsilcilik bulundurmuştur. Osmanlı Devleti’nin 1912 yılında Harar’da Başkonsolosluk açmasının ardından Sahraltı Afrika’daki ilk Türk Büyükelçiliği de Etiyopya’nın başkenti Addis Ababa’da açılmıştır.

Türkiye- Afrika ilişkilerindeki İkinci dönem, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 1998 yılına kadar uzanan zaman aralığını kapsamaktadır. Bu dönemde, Soğuk Savaşın belirlediği politikalar ve ülkemizin siyasi ve ekonomik imkânlarının el vermeyişi gibi nedenlerle Afrika ülkeleriyle ilişkilerimiz alt seviyede kalmıştır. Diğer taraftan Türkiye, İkinci Dünya Savaşı akabinde Afrika ülkelerinin bağımsızlıklarını kazanma süreçlerini aktif biçimde desteklemiş; kıta genelinde 10’un üzerinde Büyükelçilik açmıştır.

Üçüncü dönem ise, 1998-2012 yıllarını içermektedir. 1998 yılında Afrika Eylem Planının kabulüyle ülkemizin Afrika’ya yönelik ilgisi artmış; ticaret hacminin arttırılmasını teminen teşvikler ve yeni tedbirler uygulanmaya başlamış; “Afrika Ülkeleriyle Ekonomik İlişkilerin Geliştirilmesi Stratejisi” hazırlanmış; 2005 yılında “Afrika Yılı” ilan edilmiş; yeni Büyükelçilikler açılması planlanmış ve nihayetinde 2008 yılında Türkiye-Afrika İşbirliği Zirvesi’nin düzenlenmesiyle ilişkilerde bir yeniden yapılanma dönemi süregelmiştir.

 2010 yılında kabul edilen “Afrika Strateji Belgesi”nin uygulanmaya başlamasıyla da, ülkemizin Afrika açılımı tamamlanmış ve ilişkilerin her alanda derinleşmeye ve çeşitlenmeye başladığı, “Türkiye-Afrika Ortaklığı” şeklinde tanımlanabilecek dördüncü döneme geçilmiştir.

 Dördüncü dönem, ilişkilerin kurumsallaştığı, diplomatik süreçlerin daha yoğun yaşandığı son 10 yılı kapsayan dönemdir.

 Türkiye-Afrika Ortaklık Politikası ile dördüncü dönem başladı ancak bu politikanın amacı ne idi?

 Türkiye’nin Afrika Ortaklık Politikasının temel amaçları;

 -Afrika kıtasında barış ve istikrarın tesisine katkıda bulunmak;

 -Afrika ülkelerinin siyasi, ekonomik ve sosyal kalkınmalarına yardımcı olmak;

- İnsani yardım, yeniden yapılanma, güvenlik, kamu diplomasisi ve arabuluculuk alanlarında karşılıksız yardımda bulunmak;

 -Afrika’nın kaynaklarının Afrikalılara yarar sağlayacak şekilde geliştirilmesine katkı sunmak;

 -İkili ilişkilerimizi eşit ortaklık ve karşılıklı fayda temelinde geliştirmek olarak sıralanabilir.

 Peki Afrika’yı bu kadar önemli kılan nedir? Avrupa’nın Afrika’ya karşı olan ilgisi nasıl başlamıştır?

 19. yüzyılın ortalarına kadar “Karanlık Kıta” olarak adlandırılan Afrika kıtası’nın iç bölgeleri geç keşfedilmiştir. Kıtanın geç keşfi ile ortaya çıkan ucuz işgücü, sınırsız kaynaklar ve verimli topraklar sömürgeci milletlerin dikkatini çekmiştir. İngiltere başta olmak üzere Fransa, Hollanda, Belçika ve Almanya gibi Avrupa ülkelerinin siyasi, ekonomik ya da sosyal hayata müdahaleleri sömürgecilik döneminin temellerini oluşturmaktadır. Bununla birlikte, sömürgecilik döneminden önce, çok daha katı bir sistem olan “köle ticareti” İngilizler tarafından kurulmuştur. Avrupa’da Ortaçağ kapanmış, ancak bu Afrika’da köle ticaretini başlatmıştır. Uluslararası köle ticaretinin başını çeken İngiltere, feodal sistemin ağır bastığı, güneyinde büyük toprakları barındıran fakat çiftçi sıkıntısı içinde olan Amerika Birleşik Devletleri’nde bir köle piyasası yaratmayı başarmış ve köleye olan talebin artmasını sağlamıştır. Bu olay ABD’de günümüzde de sürmekte olan “siyah ırk” kavramının doğmasına yol açmış, ırkçılığın temellerini atmıştır. Bu süreçte ABD’de kabul görmeyerek ülkelerine geri gönderilen köleler, Afrika yerlileri tarafından da dışlanmış ve bu olay Afrika’da iç karışıklığa neden olmuştur. İç karışıklık ve ayrımların bir başka sebebi de Afrikalı yerli tüccarların köle ticaretinin getirdiği kârı fark etmeleri sonucu kendi insanlarını yabancılara pazarlamaya başlamalarıdır.İç savaşlar, etnik ayrımlar, ekonomik, sosyal ve siyasi problemler Avrupalı misyonerlerin keşfi ve köle ticareti ile bugünkü Afrika’nın temelleri atılmıştır.  Afrika kıtası hakkında yapılan bilimsel araştırmaların çoğu, tarih ve kültür göz önüne alınmaksızın sömürgecilik kavramına dayanmaktadır. Kaynak bakımından zengin olmasına rağmen emperyalist politikalar ve ekonomik krizler sonucunda bu kaynakları kullanamaz konuma gelen Afrika ülkeleri, endüstrileşmeyi başaramamış, yurtiçi sermaye dolaşımını sağlayamamış, dolayısıyla eğitim ve sağlık gibi temel sektörlere de yatırım yapamamıştır.

 Sömürgeciliğin başladığı sürece geri dönecek olursak, Sanayi Devrimi’nin de yaşanmasıyla hammadde arayışına yönelen Avrupa, Afrika’ya misyoner göndermeye başlamıştır. Her ne kadar misyonerlerin Afrika’ya gönderiliş amacı bölgenin coğrafyasının, kültürünün, sosyal ve ekonomik hayatının sömürüye açık olup olmadığının araştırılması olsa da, bu akım dünyaya “Afrika’ya destek ve geliştirme çalışmaları” olarak gösterilmiştir.

 Avrupa ülkeleri, verimli topraklara sahip, hammadde bakımından zengin ve ticaret limanı olmaya elverişli Afrika kıtası için bir süre rekabet ettikten sonra, bu toprakları kendi çıkarları doğrultusunda, bölgenin iç dinamiklerini ve sosyal yapısını göz ardı edecek biçimde paylaşma kararı almış, önceliği ekonomik sömürüye vererek kendi şirketlerini kurmaya yönelmiştir. Avrupa’nın kendi imkanları ile bölgede kurduğu şirketler hammaddeyi işleyerek ticaret yapmaya başlamıştır. Köle ticaretinden bu yana iç savaş ve etnik ayrımlarla kendi içinde bölünme yaşayan Afrika toplumunda milliyetçilik olgusunun gelişmemesi de Avrupa sömürüsüne başkaldırışın sadece bölgesel anlamda olmasına yol açmıştır. Köle ticaretinin pahalı hale gelmesi, Fransız İhtilali’nin etkileri ve köleliğe karşı tutumlar köle ticaretinin sonunu getirirken, yasal sömürgeciliğin de başlangıcı olmuştur. Yerel direnişlerle karşı karşıya kalan Avrupa, zaten kendi içinde bölünmüş olan bir kıtayı 1884 Berlin Konferansı ile kağıt üzerinde de bölerek ekonomik sömürüyü politik bir boyuta taşımıştır. Hollandalıların bölgeye yerleşmesi, beyaz ırkın baskısı, Fransız sömürgeciliği gibi pek çok olayın sonucunda Milliyetçilik kavramının gelişemediği Afrika’da, iç savaşlar artmış, rüşvet ve yolsuzluk ön plana çıkmıştır. Avrupa’nın sömürüsü sonucu ne ekonomik ne de politik anlamda kendilerini geliştirme şansını yakalayamayan Afrika ülkeleri, soğuk savaş zamanında ise ABD ve Rusya tarafından olumsuz yönde etkilenmişlerdir. Gerçek demokrasi tecrübesi yaşayamamış olan Afrika halkı, doksanlı yıllara gelindiğinde etnik ayrımlardan, yolsuzluklardan ve sömürüden yorulmuş, demokrasi arayışına yönelmiştir. Böylece, halkın devlete olan güveninin arttırılması çalışmaları ile uzun bir demokratikleşme sürecine girilmiştir. Oldukça uzun bir sürece yayılan ve planlı bir şekilde yürütülen Afrika planı, bugün bakıldığında başarıya ulaşmış görünüyor. Yeni diplomatik süreçler doğrultusunda başta Türkiye’nin tutumu Afrika’nın gelişmesine destek olmaktadır. Yapılan ticari ve diplomatik faaliyetler ve aynı zamanda STK’ların çalışmaları Afrika’nın yeniden doğması için önemli adımlardır.