Batı tehdidi mi, Çin komünizmi mi?

Çin’in Doğu Türkistan’daki Uygur Türklerine karşı uygulamış olduğu asimilasyon politikasına devlet nezdinden karşı bir ses çıkmadı. Resmi olarak bir tepkinin gelmemesi hiçbir şey yapılmadığı anlamına gelmezken tepkisizliğin temelinde ise reelpolitik yatıyor.

Çin Halk Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1949 tarihinden bu yana Çin egemenliği altında bulunan Doğu Türkistan’da oluşturulan ve dünya kamuoyuna eğitim merkezi olarak tanıtılan toplama kampları, uzun zamandır uluslararası kamuoyunun dikkatini çekiyor. Yaklaşık olarak 1 milyon Uygur Türk’ünün tutulduğu bu kamplara Batı ülkelerinden kınama gelirken İslam ülkelerinden ise bir ses çıkmıyor. Türkiye geçmiş yıllarda bu konuyu kınasa da Cumhurbaşkanı Erdoğan son Çin ziyaretinde yaptığı açıklamada, “Sincan’daki tüm etnik kökenden insanın Çin’in gelişimi ve refahı ile mutlu hayat sürdüğü bir gerçektir” ifadelerini kullandı. Daha önce yine bu konuyla ilgili açıklamalarda bulunan Cumhurbaşkanı Erdoğan, Tek Çin politikasını desteklediklerini, ayrılıkçı hareketlere karşı olduklarını belirtmişti.

TÜRKİYE TEPKİSİZ KALMADI

Şimdiye kadar, İslam ülkeleri içinden, Çin’in Uygur Türklerine uygulamış olduğu politikayı Türkiye’den başka kınamaya cesaret eden bir ülke olmadı. Türkiye, Uygur Türklerine güvenli bir liman bir vatan oldu. Yaklaşık 50 bin Uygur Türkü halihazırda Türkiye’de hayatına devam etmektedir.

Cumhurbaşkanı Erdoğan 2009 yılında başbakanken Doğu Türkistan’daki yaşanan olayları “bir tür soykırım” olarak tanımlamıştı. Ardından 2015 yılında Ankara, Uygurlu sığınmacılar için açık kapı politikası uygulamış, Uygurlu Türkleri muhafaza etmişti. Son olarak geçtiğimiz şubat ayında Uygurlu halk ozanı Abdürrehim Heyit’in toplama kampında öldüğünü iddiası üzerine  Dışişleri Bakanlığı bir açıklama yapmış, yapmış olduğu açıklamada:

Keyfi tutuklamalara maruz kalan bir milyondan fazla Uygur Türk'ünün toplama kamplarında ve hapishanelerde işkence ve siyasi beyin yıkamaya maruz bırakıldıkları artık bir sır değildir. Kamplarda alıkonmayan Uygurlar da büyük baskı altında bulunmaktadır. Yurtdışında yaşayan Uygur asıllı soydaş ve vatandaşlarımız bu bölgedeki akrabalarından haber alamamaktadır. Binlerce çocuk ebeveynlerinden uzaklaştırılmış, yetim kalmıştır. 21. yüzyılda toplama kamplarının yeniden ortaya çıkması ve Çin makamlarının Uygur Türklerine yönelik sistematik asimilasyon politikası insanlık adına büyük bir utanç kaynağıdır.

ifadelerini kullanmıştı.

Ardından Abdürrehim Heyit’in hayatta olduğu ortaya çıkmış Türkiye zor durumda kalmıştı. Çin, Dışişleri Bakanlığı’nın yapmış olduğu açıklamaya, bu tarz tutumların iki ülke arasındaki ekonomik ilişkileri tehlike altına attığı cevabını vermişti. Türk makamlarına tepki olarak da İzmir’deki konsolosluğunu geçici olarak kapatan Çin’in İzmir konsolosu Deng Li Reuters’a yaptığı açıklamada, “Dostunu herkesin önünde eleştirmek, ticari ve ekonomik ilişkilere yansıyacaktır” ifadelerini kullanarak Türkiye’yi üstü kapalı olarak ekonomiyle tehdit etmişti.

TÜRKİYE NEDEN ÇİN’E SES ÇIKARAMIYOR?

Türkiye, bir süredir ekonomik sıkıntılarla yüzleşmektedir. Geçtiğimiz yıl müttefiklerinden gelen ekonomik saldırılar nedeniyle Türk Lirası bir haftada neredeye yüzde yüz oranında değer kaybetti. Faizler arttı ve ekonomi daraldı. Müttefiklerinden gelen bu saldırılar karşısında ekonominin yönünü başka bir tarafa çevirmek isteyen Türkiye’nin ilk durağı Rusya ve Çin oldu. Türkiye, Çin’in yüzyılın projesi olarak bilinen Tek Kuşak Tek Yol projesine de katılmak istediğini birçok kez açıkça beyan etti. Geçtiğimiz aylarda Çin’den gelen ilk yük gemisine de ev sahipliği yaptı. Tren, Marmaray’dan geçerek Prag’a doğru yoluna devam etmişti.

Türkiye’nin müttefiklerinden gelen tehditler sadece ekonomik değil. Suriye ve Irak’ın kuzeyinde bir PKK devleti kurmak isteyen Batılı devletler bunu gizlemezken, askeri toplantılarda kullanılan haritaları medyaya servis ederek Türkiye’nin güneydoğusunda bir PKK devleti kurma niyetlerini açıkça beyan etmişlerdir.

Bu durum, Türkiye için ulusal güvenlik sorunudur. En önemli öncelik devletin milli egemenliğinin sağlanmasıdır. Batı ittifakından Türkiye’nin egemenliğine açık bir saldırı mevcuttur. Türkiye’nin bu durumda başka kaldıraçlara ihtiyaç duyması gayet tabiidir. Yaklaşık 80 yıl önce Sovyetlerin Doğu Anadolu’daki toprak talepleri neticesinde egemenlik sorunu husul olmuş, Türkiye binlerce evladını Kore Savaşı’nda kaybetme pahasına NATO’ya girmiş ve egemenliğini korumayı sürdürmüştür.

Bu sefer tehdit NATO devletlerinin kendisinden gelmektedir. Ulusal güvenliğini korumak için reelpolitik çerçevede yeni  ittifaklar ve ilişki ağı kurmaya gayret göstermektedir. Türkiye, dünyaya tek başına meydan okuyabilecek derecede siyasi ve iktisadi bir güç değildir. Ekonomik olarak zor bir süreçten geçen Türkiye, Batı ittifakındaki ülkeleri karşısına alarak açıkça tüm ifadeleri kullanmaktadır. Bunu aynı şekilde Çin’e de yönelttiği takdirde dünyanın en büyük ekonomilerini karşısına almış olacak ve bundan kazanacağı bir şey de olmayacaktır. Ancak Türkiye, Çin ile ne kadar iyi ekonomik ilişkilere sahip olmak istese de Çin’e yapılan ihracat, ithalatın sadece yedide biridir. Ekonomisi dış yatırıma muhtaç olan Türkiye’nin tepkisizliğinin temelinde ise kendi vatandaşlarının refahı bulunmaktadır. Cephe savaşlarında askerler ölür fakat ekonomik savaşlarda bu, tüm ülkedeki vatandaşların sofrasına yansımaktadır.

SONUÇ

Mevcut siyaseti takip ettiğimizde Türkiye, Batı ittifakının Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin milli egemenliğine saldırıda bulunduğunu kabul etmiş ve buna göre tavır almış durumdadır. Siyasi söylemlerdeki ağır ifadelerden ve düzenlenen askeri operasyonlara Batılı devletler tarafından gelen yoğun itirazlardan, bu durum anlaşılabilmektedir. Bir değişim sürecinden geçen dünyada birçok ülke, Türkiye gibi, tehdit algılamalarını yeniden düzenlemektedir ve ona göre konumlanmaktadır. Şu an için görünen; Türkiye, insani noktada daha hümanist ama ulusal güvenliğini tehdit eden Batılı devletlerin tehditkar tavrına karşı, inani noktada bir hassasiyet barındırmamasına rağmen milli güvenliğe tehdit oluşturmayan Çin komünizmini tercih etmiş gibi gözükmektedir. Bu durumda bir değişiklik öngörülemezken, Türkiye’nin yaptığı seçimin ,“sessizliğinin”, kazanımlarını ve kayıplarını zaman gösterecektir.